982 yılında, Azerbaycan’dan, Ankara’ya bir şair arkadaşım geldi. İsmi Memmed Aslan! Onu alıp Kültür Bakanlığımıza götürdüm. Bazı daire başkanlarımızla tanıştırdım. Aramızda güzel bir sohbet oldu bir ara söz, gelip Türkçeye dayandı. Azerbaycan Türkleri de bizim gibi Oğuz boyundan. Azerbaycan’da da Türkçe konuşuluyor.
Memmed
Aslan, bin yıldan beri konuşa konuşa Türkçeleştirdiğimiz, çobana-yabana bile
öğrettiğimiz bazı kelimelerin “Arapça
asıllıdır!” diyerek dilimizden sökülüp atılmasına şiddetle itiraz ediyordu.
“Bu yanlıştır!” diyordu. Ve “Türk münevverlerinin maksadı, Türkiye’yi
hem kendi edebiyatlarından hem de Türk dünyasından koparmak mıdır!” diye
soruyordu. Diyordu ki:
“Bir baba düşünelim. Bu babanın 6 evlâdı
olsun. Baba çocuklarına 6 katlı bir apartman yaptırsın ve her katına oturan
çocuk kendi dairesini yıkmaya başlasın. Kardeşlerinin ‘aman yapma! Etme!’
itirazlarına aldırmasın. Ve onlara ‘size ne!’ desin. ‘Ben sadece kendi dairemi
söküp götürüyorum. Ben kendi mülküm üzerinde istediğim gibi hareket etme
hakkına sahip değil miyim? Bu malzemeyle gidip başka bir yerde kendime tek katlı
bir ev yapmak istiyorum.”
Peki;
o birinci kat sahibinin öyle davranmaya hakkı var mı?
Memmed
Aslan devamla dedi ki:
“Siz
Türkiye Türkleri olarak dilinizden ‘hayat’
gibi güzel bir kelimeyi atıyorsunuz. Yerine köksüz, ruhsuz, çıplak, bir ‘yaşam’ kelimesini getiriyorsunuz. Siz
6 katlı apartmanın birinci katında oturan ve oturduğu katı yıkmaya kalkışan o
evlâda benziyorsunuz! Buna hakkınız var mı? Üst katlarda oturanları niçin
düşünmüyorsunuz? Üst katlarda kimler var? Üst katlarda Azerbaycan Özbekistan, Uygur,
Başkurt, Tatar, Irak, İran ve Balkan Türkleri var. Çünkü biz de, Özbekler de,
Uygurlar da, Başkurtlar da, Tatarlar da sizin şimdi “yaşam” dediğinize, “hayat”
diyoruz.
Sizin
Türk dünyasının “Dilde birlik”
idealini yıkmaya hakkınız var mı? Hayat, şiirlerimize, türkülerimize,
şarkılarımıza, ruhumuza, günlük konuşmamıza sinmiş bir kelime. Hayat kelimesini
bilmeyen mi vardı? Ona neden kıydınız?”
Memmed
Aslan’ın sorusuna hiç kimse cevap veremedi. “Hayatım” diye hitap eden bir milletiz. Biz ki, “Hayata atılmak” için çalışırız. Biz
ki, kendimize “hayat arkadaşı”
seçeriz. Biz ki, “vatanımız için
hayatımızı veririz.” Biz ki, hep “hayat-memat
meselesi” olan kimseleriz. Hayat kelimesine kıymamak, ona yeniden hayat
vermek lâzım.
Ah
keşke üzerinde tepindiğimiz, unutturmaya çalıştırdığımız kelime, sadece “hayat” olsaydı. Şimdi dikkatinizi
çekmek istiyorum:
Azerbaycan,
Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tataristan ve Uygur
Türkleri, Kerkük’teki, İran’daki, Rumeli’deki soydaşlarımız:
Akıl, can, cevap, delil, eser, faaliyet,
hanım, hayat, hikâye, hürriyet, ihtimal, ihtiyaç, ilham, ilim, imkân, inşallah,
ispat, kanaat, kanun, kitap, şart, bütün, medenî, mektep, meselâ, millî,
millet, sebep… diyorlar. Bu kelimeleri seviyor, bu kelimelerle düşünüp
konuşuyorlar.
Beri
yandan biz Türkiye Türkleri ise iki yüz elli milyonluk büyük Türk camiasını bir
tarafa iterek ağzımızı us, tin, yanıt,
kanıt, yapıt, etkinlik, bayan, yaşam, öykü, özgürlük, olasılık, esin, bilim,
olanak, umarım, kanı, yasal, betik, koşul, tüm, uygar, okul, örneğin, ulusal,
ulus, neden… diye açıyoruz! Gaspıralı İsmail Bey bütün Türk milletinin aynı
dilde düşünmesini ve konuşmasını istemişti. Onun, “Dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” idealini biliyorsunuz.
Şimdi
biz, dilde ayrılık diye ortaya çıkıyoruz. Bu parçalanmanın kime ne faydası var?
Düşündünüz mü hiç?